Yağmurcu

 Yağmurcu ilk olarak Adam Öykü dergisinde yayımlandıktan sonra Truva Yayınları‘ndan çıkan Kaybetme Sanatı Adlı öykü kitabında yer aldı.

YAĞMURCU

Yağmur getirdim ceplerimde

Çok uzakta bir şehrin

kurşun rengi göğünden çalınmış

Ödünç sevmeler getirdim yüreğimde

Kara bulutlar sürükledim eteğimde

Eski bir rüyanın sisli mateminden

sökülüp yamanmış gözlerine

Özenti sevişmeler getirdim tenimde

Ben gelmeden önce de böyle kötü müydü hava, bilmiyorum. Kara bulutları geride kalan şehirde bıraktığımı sanıyordum. Görünen o ki bindiğim otobüsün peşine takılıp buraya kadar izlemişler beni. Havanın bu kadar kötü olması şaşırttı beni. Hatıralarımdaki Bursa resmi hep güneşli kalmış. Terminale ayak basalı sadece bir dakika oldu, ama bu şehir tarafından istenmediğim hissine kapılıverdim hemen. Yoksa doğup büyüdüğüm şehirden beklediğim karşılamayı göremediğimden mi bu eziklik? Belki şehir de yirmi yıl önce uğurladığı çehreyi görmeyi umut ediyordu mutlaka. Beni görünce hayal kırıklığına uğramış olmalı. Aradaki buzları eritmek sandığımdan çok vakit alacağa benzer. Ayak bastığım bu ezberimdeki toprak yabancı geldi birden. Dünyada yollarını, sokaklarını, evlerini en çok bildiğimi iddia ettiğim şehirlerden birindeyim ama kendimi hiç bu kadar kaybolmuş hissetmemiştim.

Saate bakınca otobüsün düşündüğümden hızlı geldiğini fark ettim. Biraz oyalanmam gerekecek. Nilgün’le saat üçte buluşmayı kararlaştırmıştık. Daha iki saat olduğuna göre şehirde küçük bir keşif turu atabilirim. Hemen bir taksiye atlayıp merkeze gitmesini emrettim. Altıparmak caddesine geldiğimizde keşif yolculuğuma yürüyerek devam etmeye karar verip Burç sinemasının önünde taksiden indim. Sinemanın önünde sevgililerini bekleyen gençlerle göz göze gelmemek için bakışlarımı onlarınkinden kaçırdığımı fark ettim. Göstermekten korktuğum şey ne olabilirdi ki? Belki de yaşlanmış yüzüme tanrının çizdiği hüznü ve yıllanmış gençliğimi ele vermekten endişelendim. Düşünmek canımı sıktı, bu yüzden bir ıslık tutturarak düşüncelerimi aklımdan kovaladım. Ellerim ceplerimde yürürken vitrinlerdeki yansımamı izledim. Dün akşam tıraş olmuş çeneme ve yanaklarıma dokundum. Üniversitede öğrenciyken Nilgün sakal bıyık uzatmama çok kızardı. O zaman ya Moğol bıyığı bırakırdın ya da devrimci bıyığı. Bıyık sadece ait olduğun tarafı ve dünya görüşünü göstermekle kalmaz yeri gelir hayat kurtarır yeri gelir sopa yedirirdi. Çenemle dudağım arasındaki bu iki santimlik iz bu bıyık savaşlarından hatıradır. Nilgün bıyığın beni olduğumdan yaşlı gösterdiğini söylerdi. Hem zaten kızlar bıyıklı erkekleri hiç beğenmezmiş. Ayrıca bana da hiç yakışmıyormuş. Tabi Nilgün’ün göz ardı ettiği gerçek, o zamanlar üç erkek birlikte kaldığımız öğrenci evine gelen ziyaretçilerin çoğunluğunun kadın olduğuydu. Beni vitrin camındaki yansımama bakıp aptal aptal sırıtırken yakalayan tezgahtar daldığım düşüncelerden uyanmamı sağladı.

“Buyrun, beyefendi. Yardımcı olalım.”

“Olma güzel kardeşim!” dedim. Tabii içimden.

Uyandığım derin hülyanın mahmurluğuyla çocuğun yüzüne bakakaldım. Sonra önünde durduğum dükkanın bir kuyumcu olduğunu fark ettim. Çocuğu başımdan savarak yoluma devam ettim. Kalabalık kaldırımlarda hızlı adımlarla yürüyen insanların yüzü yabancıydı. Hoş, bunca sene sonra tanıdık bir yüzle karşılaşmayı ummak saçmalık sayılırdı. Yüzüme dikkatlice bakan bir kişiye bile rastlamadım. Anlaşılan kimse varlığımın bile farkında değildi. Sanırım ben bu şehrin verebileceğinden çok şey almayı ummuştum. Şehir benden sandığımdan daha kolay vazgeçebilmişti. Bense bunca yıl ardımdan kalbi kırık bir genç kız gibi gözyaşı döktüğünü ummuştum. Anlaşılan iyi bir sevgili değildim. Ben unutulacak adam mıydım!

Arap Şükrü sokağındaki meyhanelerin arasından yürürken havaya sinmiş balık kokusunu içime çektim. İşte değişmeyen bir şey buldum sonunda. Bu sokaktaki taze balık kokusu hep aynıydı. Bu beni eski bir dostla kucaklaşmışçasına mutlu etti. Koklama duyumla gurur duyarak yoluma devam ettim. Bu toprağın üzerinde esen lodoslar çok şeyi alıp yerine başkalarını getirmişti. Binaların değişen yüzünden, sokaklardaki tabelalardan fazlasını… Gökyüzü bile aynı değildi. Maviye adını veren gök gitmiş, yerini miskin bir kurşuniye bırakmış. Göğü kaplamış çınarların gölgesinden yürüye yürüye Hünkar çay bahçesine vardım. Terastaki masalardan birine oturup kahve ısmarladım. Üstüne giydirilmiş kara çarşaf olmasaydı şehri bu kadar yüksekten seyretmek zevkli olabilirdi. Eh be kocamış kız, hani nerede koynunda sakladığın yeşilin, nilüfer kokulu sabahın? Birden derinden bir gök gürlemesiyle sarsıldı masa. Sözlerim kızdırmış olmalı eski sevgiliyi. Gürültüyle titredi gök. Bir hışımla tükürür gibi başladı sağanak. Geride bıraktığım şehirde de yağmur vardı. Arkamdan ağladığını düşünüp kendi kendimi şımartmıştım. Peki şimdi bu ne oluyor? Vakitsiz gelen bu misafir memnun etmedi galiba. Yoksa anılarda kalmış bir sevdanın ardından dökülen gözyaşı mı bu? Gözlerimi kaçırıyorum gözlerinden. Bu hesaplaşmayı ertelesek iyi olacak. Nilgün de nerede kaldı? Telefon ettiğimde nasıl da şaşırmıştı. Sesimi tanıyamamıştı önce. Dile kolay, yıllar oldu görüşmeyeli. Kısa bir süre için Bursa’ya geleceğimi, görüşmek isteyip istemediğini sorduğumda hemen kabul etmişti. Okuldayken çok samimiydik. En çok onunla anlaşır, en çok da onunla çatışırdım. Ne günlerdi! Ben bu düşüncelere dalmışken bir “öhhö” sesiyle başımı kaldırdım mavi masa örtüsünden. Gözlerim yanımda dikilen kadınınkilerle buluştu. Uzun kirpiklerinin arasından gülümseyen kahverengi gözlerini benimkilere dikmiş, boyalı pembe dudakları gergin:

“Merhaba,” dedi. “Oturabilir miyim?”

Ben ayağıma dolaşan şaşkınlığı çözmeye çalışa durayım bakışlarım beni ele vermiş olacak ki kahkahayı patlattı Nilgün. Bu sahneyi daha önce çalışmalıydım. Böylece apışıp kalmazdım.

“Tanıyamadın anlaşılan. Ben seni görür görmez tanıdım. Her şey değişir ama o gözlerdeki oyuncağı yitmiş çocuk bakışı değişmez,” dedi gülerek.

Kendimi toparlar toparlamaz söyleyebildiğim ilk kelime ” nasılsın?” olabildi.

“Nasıl görünüyorum? Islağım işte,” diyerek güldü ve montunu çıkardı. Anlaşılan sağanağa yakalanmış.

“Nasıl mı görünüyorsun? Kilo almışsın. Bir de yaşlanmışsın.” diye cevapladım sırıtarak. Neşeli bir kızgınlıkla hafifçe elime vurarak cezalandırdı beni. Yağmurun dalgalandırdığı siyah saçlarını ensesinin ardına itti ve itişe kakışa geçen dakikaların arasından yirmi yılı çekip çıkarttık. Evlenmiş, bir oğlu olmuş. Kocası bilmem nerede müdürmüş. Kendisi de falanca firmada şefmiş. Sonra benim pek de sürükleyici olmayan hikayemi dinledi. Ben de evlenip boşanmıştım. Mahkeme kararıyla ayda sadece bir kaç gün görebildiğim iki çocuğum vardı. Hoş, pek eğlenceli biri olmadığımdan mıdır, benimle daha fazla vakit geçirmek isteyeceklerinden şüpheliydim zaten. Falan filan işte…

“Nasıl buldun memleketini?” dedi.

“Çok değişmiş,” diyebildim.

“Değişmeyen tek şey değişkenliktir,” diye sürdürdü yeni bir şey söylemiş gibi memnun.

“Doğru. Sen de çok değişmişsin,”

“Kilo alıp yaşlanmanın dışında mı?” diye sordu sinsi bir gülümsemeyle.

“Evet. Eskiden bu kadar çok güler miydin, bilmiyorum. İçine kapanık, sıkılgan diye anımsıyorum ben seni.”

Sanırım bunları söylememi beklemiyordu. Yüzündeki şaşkınlığı okumak için müneccim olmaya gerek yok. O günleri görmeye çalışırmışçasına, gözlerini ufukta bir yerlere dikti. Yumruğunu çenesine dayayıp öylece durdu bir süre. Düşünceleri okumaya çalışsam da, gözlerindeki sis duvarı buna izin vermedi. Bu sefer zoraki bir gülümsemeyle cevap verdi sözlerime. Derken tanıdık bir tını çalındı kulaklarıma. Radyodan yükselen ses doldurdu çay bahçesini. “Dünya dönüyor, sen ne dersen de. Yıllar geçiyor fark etmesen de.” Şarkının duruma ne kadar uygun olduğunu fark edip gülüştük. Yine de bir şey söylemedik birbirimize. Sözün bittiği yerdeydik ikimiz de. Aklımın uçurumlarında onlarca kelime atlamak üzere sıralanıyordu. “Neden haber vermeden gittin,” demeyecek miydi? Yakama yapışıp hesap sormayacak mıydı? “Peki ya neden hiç aramadın?” diye ağlaşmayacak mıydı? Neyse ki düşmeden önce, kelimeleri kollarından tutup kurtardım.

Devam etti şarkı: “Farkında mıydın? Nasıl da sana… Ben bir zamanlar…” Ne yani bu sözler de mi etkilememişti onu? Oysa bu sözlerin üstüne ben onun gözlerinin uzaklar denizine dalacağını, başıboş bir dalgaya kapılıp çok uzakta bir sahile vuracağını ummuştum. Böylece ben bir roman kahramanı gibi onu çırpındığı sulardan çıkarıp boğulmaktan kurtarabilecektim. Oysa o bir türlü beklediğim tepkiyi vermiyordu. Roman cümleleri para etmiyordu. Kolundan tutup sarsmalıydım belki de. Hadi söylesene.” Ben sana aşıktım eskiden,” de. Ne bileyim “gözlerine bakıp konuşamazdım hiç” de. “Beni hep görmezden geldin” de. “Ne çok acıttın ruhumu, ne çok kanattın tenimi” falan de yahu. Oturtmayacak mısın idam sandalyesine? Tokatlamayacak mısın bu arsız çehreyi? Gözlerimi ona dikip izlemeye koyuldum. Kahverengi balıkçı yaka kazağının üstünden gerdanına düşen kolyenin boncuklarıyla oynuyordu.

“Ne kadar kalacaksın?” diye sordu sadece.

“Yarın akşam döneceğim,” diye cevapladım onu.

“Peki,” dedi ve bir süre daha havadan sudan konuşup vedalaştık.

Tuhaf şey. İnsan başkalarının hatıralarında silinmez izler bıraktığını sanıyor hep. Vazgeçilmez olduğuna inanmak nasıl da bencil bir haz veriyor. Oysa su lekesi gibi siliniveriyor hatıralar zihinden. Bir kelebekten daha faniyiz hatırlarda. Görünen o ki kurtarılması gereken ne kelimeler ne de Nilgün.

Üzerime çevrilen aynalardan yansıyan ışıkta eriyor ruhum. Şehir suçlu bir çocuğu azarlar gibi parmağını üstüme çevirmiş; “Git!” diyor bağırarak.

  

Yorum bırakın