Dağ
“Masayı kurdun mu?”diye sordu saatler süren telefon kavgasının ardından bitkinlikle.
“Evdeki her şeyi bozabilirim, yeter ki gel” dedim günlerdir salonun bir köşesinde yatan devasa kargo paketine göz ucuyla bakarken. Evde kurulmayan, çalışmayan ne eşya varsa kurmaya ve onarmaya masayla başladı. Ne gidebildiği ne kalabildiği gibi yenişemeyip havlu atan iki boksör gibi bitkinlikle sarılıp zamanın akmamasını diliyorduk. Kış dönümü hava erken kararmaya başlayınca yağmurlar da geç kalmadı. Dağda altımızdan kayıp giden sonbaharın rengarenk denizi kurudu. O yapraklar o dalları birer birer terk etti ve toza, yağmurla beraber çamura dönüştü. Poyraz pencereleri dövmeye başladı. Fırtınaya iki kurban gerek.
Dışarıdaki rüzgarı salona dolduran pencereyi onarmakla devam etti bu yeni meşgalesine. Katlanır mutfak sandalyesini Fransız balkonun önüne çekti. Ben de işin ucundan tutmuş olmak için o üzerine çıkarken elimi sandalyenin sırtına dayayıp sabitledim. Pencereye kulağını yaklaştırdı.
“Sesi duyuyor musun?”
Duyuyordum. Birkaç saat önce başlayan poyrazın tüm uğultusu çerçeveye oturmayan pencerenin aralığından sıyrılarak giysilerimizi yalıyor, ilmik aralarından tenimize nüfuz edip bizi bu odaya, her an bu pencere önüne atıyordu.
Ateşin peşinden gidip o dağa tırmandık.
“Getir bak elini.”
Avcumu kapalı pencerenin aralığına dayadığımda dışarıdan sızan soğuğu duydum. Kış evimize girmek için camlara vuruyor, ufacık aralıklardan sızmayı kolluyordu. Pencerenin birkaç noktasına yumruğuyla vurup çerçeveye oturttu.
“Rüzgarın sesi kesildi” dedi yüzümdeki müteşekkir anı küçük bir tebessümle okurken. Duvarda plastik kapakla acemice kapatılmış doğalgaz bacasını işaret etti sonra.
“Bir ara oraya da bir bakmak lazım. Dinle bak oradan da ses geliyor.”
Evet, anlamında başımı salladım. Sonra hep yaptığımız gibi kanepede uzandık. Doymak bilmez bir açlıkla birbirimizi seyrederken hiç olduğumuz o anlarda zaman aleyhimize ilerliyordu. Biliyorduk. Sigarayı üç pakete çıkardığını söylüyordu telefonda, vicdan azabı çektiğini, inancına aykırı olduğunu. Ben tırmandıkça dağ uzuyordu.
xxx
Gördüğü ateşin peşine düşüp Tur dağının eteklerine varan Musa geride bıraktıklarına bir kor veyahut kılavuz getirmeyi vaat ederek dağa tırmandı. Kayaları önüne, ovaları ardına katıp rüzgara kanat verdi. Çıplak dağın çorak kahverengisi rüzgarın tozu dağın dumanına katmasıyla beraber başını kaldırdıkça uzuyordu. Bir zaman sonra vardı. Yer ve gök ile, dahası kendisi ile arasına giren pabuçları çıkarıp yalınayak kalmasını buyurdu O. Musa söyleneni yaptı.
“Nedir o elindeki Musa?”
Musa sağ yumruğunu gevşeterek dağı tırmanmasına, koyunlarına yaprak silkmesine ve daha başka işleri görmesine yardım eden asasına baktı.
“Onu yere at, korkma!”
Musa elindekini yere atıp kıvrım kıvrım bir yılana dönüşmesini izledi.
“Tut onu ve korkma.”
Yılanı koynuna soktu. Gök karardı. Nefesi daraldı. Gönlünü ferahlatması için O’ndan kendini göstermesini diledi.
“Beni asla göremeyeceksin. Dağa bak, ancak o yerinde durursa beni görürsün. Musa dağa baktı, dağın yerindeki darmadağın boşluk Musa’ya.
xxx
Sonra mutfak tezgahına bir priz çekti. “Evde bozuk ne varsa söyle” dedi neşeyle.
“Ses sistemlerinden anlar mısın?” diye sordum bir akşam arabada giderken. Oyuna ben de dahil olmuştum. “Anlarım” diye cevapladı. Çalışmayan her şey tamir olunca sağlam eşyaları bozmayı da düşündüm tamir edebilsin diye. Söyledim. Musa o asayı elinden at!
Bir sonraki gün cebinde sarılmış bir kabloyla geldi. Yıllardır kitaplığımın üstünde tozlanan bir koliden pikabımı ve hoparlörleri çıkarıp konsolun üstüne koyduktan sonra sağını solunu kurcaladı, orasına burasına baktı. Plak dönmeye başlayıp müzik duyulunca çok teşekkür ettim.
Telefonda “tamir edilecek başka bir şey var mı” diye şakalaştı. Telefonu avucumda sıktım. “Neden her şeyi tamir etmek istiyorsun?”
“Seni mutlu etmek hoşuma gidiyor.”
Yapamadıklarını, göze almadıklarını yutkundum. O evdeki çalışmayan eşyaları tamir etmeye devam etti hayatımız buna bağlıymış gibi. Sonra rüzgâr şiddetlendi, ikimizi de savurup bu kanepeye attı. Rüzgârın uğultusu artık kulakları sağır ediyordu. Sarıldık. Ağlaştık. Musa o dağ sensin! Artık rüzgârı duymuyorduk.
